29 Mayıs 2020 Cuma


Halam için bakımlı olmak, güzel görünmek hep çok önemliydi. Gün içinde tırnaklarında kırmızı ojesi, kirpiklerinde rimeli olmadan gördüğümü pek hatırlamam. Saçları ise daima kuaförde taranmış ya da geceden bigudi ile sarılmış olurdu. Eniştem ölmeden önce de böyleydi, sonrasında da… 
Çocukluğumda halamlarda yatıya kaldığım zamanlar, gece yatmadan önce tuvalet masasına oturup makyajını çıkarışını, kremlerini sürüşünü izlerdim. Bana öğütler verirdi; “makyajını gece çıkarmazsan cildin bozulur.” Göz kenarlarındaki derin kazayaklarına okşar gibi dokunarak, “buraları nemlendirmezsen yaşın ilerledikçe artarlar.” Ben de hayranlıkla onu izler ve dinlerdim. Sabırsızlıkla büyümeyi, makyajlı gezmeyi, meditasyon yapar gibi yüzümdeki boyaları temizleyip, krem sürmeyi hayal ederdim. 
Ama büyürken halam gibi olmadığımı fark ettim. Ben görülmekten korkarken, o fark edilmeyi seviyordu. İnsan ilişkilerim, sosyal yaşamım onunki kadar hareketli ve renkli değildi. Ben kaygılar içinde daima içime kaçmış yaşarken, o hayatındaki tüm sıkıntılara rağmen dimdik ve dışa dönük yaşadı. 
Benim düşük enerjimle hayattan ve insanlardan kaçmama karşılık, halam evinin zor zamanlarında dikiş dikerek katkıda bulunur, sofralar kurup misafir ağırlar, arkadaşlarına vakit ayırır ve hep neşe içinde kahkahalar atardı. ‘Hayat sana güzel’ diyen arkadaşları fark etmezlerdi yaşama güzel bakmasının onun seçimi olduğunu. 
Şimdi, şu banyo aynası karşısında, halamın bana öğütler verdiği yaştayım. Kazayaklarım belirgin değil. Soluk gözlerime bakarken onun ışıldayan göz bebekleri geliyor aklıma; “ah be hala,” diyorum, “senin gibi kahkaha atabilseydim de benim de daha derin kazayaklarım olsaydı keşke…”
Gizem Güngör Ardıç

2019


25 Mayıs 2020 Pazartesi


Sosyal izolasyonun yetmiş ikinci günündeyim. Pandemi günleri başladığında insanların paniğine şaşkınlıkla bakıyor, durumdan gayet hoşnut, “tarihe tanıklık ediyoruz işte” diye diye geziniyordum. E tabii yenilik geldi ya hayata, hem de en büyüğünden, her zamanki gibi heyecanlandım. Sosyal olarak doğuştan izole olan zihnim mutlu, bedenim iş yapmaktan harap, ruhum da üç öğün yemek düşünme, üretme, pişirme, yedirme, toplama derdinden darmadağın geçirdim Mart’ın ikinci yarısını ve Nisan ayının tamamını. Sahi bu sene Nisan’ı yaşadık mı? 

Sürekli hareket halindeydim fakat istediğim oturmaktı. Yazmak, okumak, çizmek… Bunları yapmaya vakit ayıramadığımı düşünürken, yapmak istediklerimi yapmamak için gereğinden fazla iş ürettiğimi fark ettim. İşe yarar görünmek, kendimi acındırmak için kurban arketipimi besleyip durmuş olabilirim derken (Yazarken ve okurken işe yarar görünmüyor muyum???) temizlemenin, toparlamanın, düzenlemenin bana iyi geldiğini fark ettim, aydınlandım... Bedenimi çok çok zorlasa da topladığım yerlere, temizlediğim odalara, dolaplara, bazalara bakmak mutlu ediyordu beni. Dağınık zihnimi toparlayamadıkça evin bilimum yerlerini toplayıp, temizleyip duruyorum galiba. 

Bol bol yeşil sebze yıkadım, kuruttum, pişirdim. Evdeki yeşil bitkilerin topraklarını değiştirdim,  tek tek ilgilendim her gün. Salonun yeşil duvarlarına yeni resimler astım. Yeşil defterime içimi döktüm… Kuş sesi var ama çocuk sesi yok sokaklarda dedim. Sağlık çalışanlarını alkışladık her akşam dedim. Milli bayramları ekranlarda kutladık, piksel görünümlü orkestraların söyledikleri marş ve şarkılara eşlik ederek dedim. Çalıştıkları sektör gereği eve ekmek götüremeyenler var diye dertendik, yardım ettik dedim. Geceleri canlı yayınlardan canlı yayınlara koşturduk dedim. Maskeli insanların gülüp gülmediklerini gözlerinden okumayı öğrendik dedim. Şimdilerde çarşambaları çocuk sesi duyduğumuzu, cumaları köşe başlarında buluşan gençleri gördüğümüzü, pazarları sokaklarda sadece altmış beş yaşının üstündekilerin dolaştığını yazacağım. Bir de yemek yaparken kullandığım o güzel renkli kırmızı pul biberi yazmalıyım. Hayatımıza renk katmak için bilinçsizce elimin gittiği parlak kırmızı pul biberi... 

25 Mayıs 2020
Gizem Ardıç

11 Nisan 2019 Perşembe

Deniz Feneri


Onca yıl gemilerin yolunu aydınlattım da
Kuvvetli ışığın karanlığı derin oluyor...
Gölge yanımda sadece bekçim kalabildi
Beklentisiz, sessiz, adanmışlıkla...

19 Aralık 2018 Çarşamba

7 Numara




21 sene olmuş evlenip gelin geleli bu eve, 7 numaralı daireye. Bugün son günümüz... Böyle bir günde geriye bakmadan duramıyor insan, seneler içinde evin her köşesinde biriken anılar canlanıyor, sarıp sarmalıyor... Bol sohbetli, mezeli, rakılı, kahkahalı, danslı sofralar kurduk, çaylar, kahveler, içkiler içtik dostlarla, ailemizle. On sekiz buçuk sene önce oğlum bu eve doğdu. Çocuklarımızı büyüttük bu evde; oynadılar, uyudular, muhabbetlerimize katıldılar... Doğum günleri kutladık bol bol. Aramızdan erken ayrılanları uğurladık... Yeni yılları karşıladık şömine karşısında, umutlarımıza kadeh kaldırarak.
Ben her evden çıkışımda, kapıyı kilitlerken; “bu kapıdan giren/çıkan, soframıza, sohbetimize, acımıza, neşemize ortak olan, uyuyup, uyanan herkesin günü güzel geçsin” diye dua ederim... Yarın 7 numaralı dairenin kapısını son kez kilitlerken yine edeceğim ve başka bir apartmanın 5 numaralı dairesinde dostlarım ve ailemle yeni anılar biriktirmeye başlayacağım... Ama seni hiç unutmayacağım 7 numara, bizden sonra gelenleri de sarıp, sarmala 

14 Ekim 2018 Pazar

Düş





Gördüğü düşü suya anlatsa,
Saatler dursa,
O “an”a bir ömür sığsa…
Kumun taneleri,
Denizin mavisi,
Göğün yedi katı şahit olsa
Gidenler döner miydi,
Kalanlar yeter miydi yaşamaya…

Gizem Ardıç  
Ekim 2018


18 Eylül 2018 Salı

Saatli Kafe






Bazen duygular yoğunlaşır, karışır. Boğazında bir düğüm, göğsünde bir ağırlık nefes almaya çalışırsın. Kendi çıkmazların yetmezmiş gibi sevdiklerinin sıkıntıları da çöreklenmiştir boğazına. Tortusu kalmıştır dilinin arka kısmında; gıcık yapar, öksürtür. Dünya nereye gidiyor diye üzülür, bu ülkede gençler kendilerine nasıl bir gelecek kuracak, kurabilecekler mi diye dertlenirsin. Akamayan iki damla yaş takılı kalır gözpınarlarına. Zaten gözünün feri gitmiştir, içindeki neşe kurumuştur. Yaşamaya çalışır, derin derin nefes alırsın. “Neyse” dersin, “sağlık olsun da…” Böyle giderse kalmayacak olan sağlığın için şükredersin. “Hayat kısa” dersin, “takma kafana”. Bir müzik açarsın, kafandaki seslerin gürültüsünden tek bir nota bile duymadan dinlersin müziği. Arada yükselir müzik, buradayım der sana, işte o anda belki yakalarsın iki nota. Sonrası ölçülerce es. Birden kalkarsın yerinden hızlıca giyinip atarsın kendini sokağa. Bir bakarsın bardaktan boşalırcasına yağmur. “Amaaan” dersin “şeker değilim ya, erimem.” Yürürsün yollarca… Önce ıslanırsın sırılsıklam, hafif bir ürperti olur eylül yağmurunun ıslaklığıyla. Sonra güneş açar, gülümsersin. Tekrar yağmur başlar, bu sefer en hafifinden. Sen hala yürüyorsundur sokaklarca… Birden karşına bir kafe çıkar, hızlıca bir kahve söyleyip gömülürsün koltuklarına. Kafanı kaldırdığında duvarlar saat doludur, zaman durmuştur…

Orada geçmiş zamanlardan saatler vardır farklı dakikalarda durmuş. Bir sevinç kaçar içine. Tek tek bakarsın saatlere; “Şu, yüksek tavanlı bir evde yaşamış herhalde…” “Bu, bir şöminenin üstünden izlemiş hayatı…” “İlerideki, bir köşkün girişinden bakmış dünyaya…” Peki onlara hangi gözler, nasıl bakmış, nasıl dokunmuş? Dalar gidersin…

Kahveni bitirirsin, güneş ışınlarının ve yağmur damlalarının aynı anda gökyüzünden düşüşleri esnasında arnavut kaldırımlarını adımlarsın. Yürüdükçe arınırsın tozlarından, parlarsın. Şeker gibi erimeden, çiçekler açarak dönersin evine…

Gizem Ardıç

6 Eylül 2018 Perşembe

Hazan




BİR ZAMANLAR sevmezdim sonbaharı.
Bir ağıttı benim için gri, puslu, ıslak havaların gelişine…
Kırlangıçlar da benim gibi sevmezlerdi de göçerlerdi, bilirdim…

Sonra BİR GÜN geldi sevdim…
O GÜN ağaçlardan dökülen yapraklar konfetiydi,
Kuşlar gökyüzünde balerin.

ŞİMDİ ise hüzün…
Bir zamanlar, bir gün, o gün, şimdi…
Hayatın bitmeyen döngüsü içinde sevdim hüzünlü hazanı,
Yazdan yanık tenimin hasretliği rüzgârı ile…

Gizem Ardıç
Eylül 2018